top of page

Virüs Varlığının Bilimsel Sorgulanışı | En Anlaşılır Açıklama




21.08.2025

  • Virüs varlığına dair bilimsel kanıt tartışmasını Almanya Anayasa Mahkemesi’ne taşıyan kişi

  • Bilimsel sorgulama platformu Next Level sözcüsü

  • Fizik ve Endüstri Mühendisi


Video İçeriğinin Ana Başlıkları


  • Virüs Varlığı ve Bulaşma Hipotezinin Köklü Sorgulanışı

  • Modern Virolojinin Bilimsel Kontrol Eksikliği

  • PCR Testleri, Elektron Mikroskobu ve “Görüntü” Yanılgısı

  • Spike Proteinleri ve mRNA Aşıları Tartışması

  • Mikrop Teorisine Karşı Ortam Teorisi Yaklaşımı


Videonun Metni


Virüs Varlığı ve Bulaşma Hipotezinin Köklü Sorgulanışı

Marvin Haberland: Bu aynı zamanda, uyguladığımız strateji sayesinde Almanya tarihinde “virüs varlığının” Anayasa Mahkemesi tarafından ilk kez sorgulandığı bir durum. Süreç hâlâ devam ediyor; henüz kesin bir karar yok. Her şey hâlâ aktif ve gelişmeleri kanalımızdan takip edebilirsiniz. Orada düzenli olarak güncellemeler paylaşılıyor.


Röportajcı: Sen bunu şimdi böyle söylüyorsun, çünkü virüsler konusu senin için artık tamamen netleşmiş — yani bir şekilde var oldukları ya da aslında var olmadıkları… Peki, ben burada seni dinleyen biri olarak bunu nasıl hayal etmeliyim? Çünkü normalde grip virüsleri, az önce bahsettiğin HIV virüsleri gibi şeyler… Bunların varlığı herkes için son derece doğal ve tartışmasız gerçek kabul edilen şeyler.


Peki, sen bunu neden şimdi “aslında böyle bir şey yok” şeklinde değerlendiriyorsun? Bu konuyla ilgili, kendi bakış açına göre bilinmesi gereken şey ne? Ve araştırmaların sırasında ya da yaptığın çalışmalarda “bunu keşfettim ve gerçekten inanılmaz, akıl almaz buldum” dediğin noktalar neler? Ayrıca, sence neden herkes bunun var olduğuna inanıyor?


Marvin Haberland: Evet, haklısın. Az önce konuyu çok hızlı ve yüzeysel geçtim; çünkü bu meselelerle çok uzun yıllardır uğraşıyorum. Ama şimdi kendimi bu konuya tamamen yabancı olan birinin yerine koyup anlatmaya çalışayım...


Bilindiği üzere şöyle bir düşünce ya da hipotez var: Biz insanlar — ve hatta hayvanlar da — birbirimizi karşılıklı olarak enfekte edebiliriz. Yani hasta bir hayvanla ya da hasta bir insanla temas ettiğimizde onlardan bize bir hastalık bulaşabileceği düşüncesi… Bu, ilk olarak ortaya atılmış temel hipotezdir ve yüzlerce yıldır var olan, çok uzun süredir kabul gören bir anlayıştır.


Ve elbette böyle hipotezler, böyle fikirler ortaya çıktığında, bir süre sonra bunları bilimsel olarak sınamaya çalışan insanlar çıkar; çünkü sadece bir hipotez yeterli değildir. Bir fikir yanlış olabilir ya da bizi yanıltabilir. Bu yüzden bilim vardır: Hipotezleri alır ve genellikle deneyler yoluyla bunları test etmeye çalışır.


Ve virolojide bunu yaptığınızda — yani bir hasta ile bir sağlıklı kişiyi alıp onları sözde “bulaştırma deneyi” denilen bir ortamda bir araya getirdiğinizde — tarih boyunca bunu çok kez denediler: Gripte, İspanyol gribinde, kızamıkta, hatta koronada bile… Pek çok başka hastalıkta da yapıldı. Ve her seferinde görülen şey şu: Deney ortamında bunu başarmak — yani hastalığı bulaştırmak — hiçbir zaman mümkün olmuyor.


Yani deneysel olarak bir hastalığın doğal yolla bulaştırılabileceğini kanıtlayamıyorsunuz. Sadece sağlıklı ve hasta kişileri bir araya getirip aynı odaya koymak, temas ettirmek, birlikte vakit geçirmelerini sağlamak… Bunların hiçbiri işe yaramıyor. Ve bugüne kadar yapılmış hiçbir deneyde de işe yaramamış.


Bu durumu tamamen objektif, tarafsız şekilde değerlendirecek bir bilim insanının, aslında bu hipotezin doğru olamayacağı sonucuna varması gerekir. En azından deneysel olarak doğrulanamıyor... Yayınlanmış tüm bu çalışmalara baktığınızda, böyle bir sonuca varmak zorundasınız...


Modern Virolojinin Bilimsel Kontrol Eksikliği

Modern viroloji ise — özellikle 1950’li yıllarda — şöyle bir yol izledi: “Tamam, bunu deneysel olarak gösteremiyoruz; tüm deneyler başarısız oluyor...” Bunun üzerine bir virolog çıktı ve 40’ların sonu ile 50’lerin başında her şeyi tamamen laboratuvar ortamında yapmaya başladı.


Yani, “Artık bu doğal bulaşma deneylerini yapmayacağız; bunu bir şekilde yapay olarak laboratuvarda üretmeliyiz.” dedi. Ve o zamandan beri modern viroloji, neredeyse tamamen laboratuvar deneylerine dayanan bir alan hâline geldi.


Birazdan bunun neden işe yaramadığını da ayrıca konuşabiliriz. Ama temelde, çok mantıklı düşünen genç bir öğrenci olarak benim için daha en başından şurası çok netti: “Bir dakika… Eğer bütün deneyler başarısız olmuşsa, o zaman burada bir şeyler doğru olamaz.”


Şöyle yapayım, virologların bugün bunu nasıl yaptığını kısaca yeniden açıklayayım. Çünkü az önce anlattıklarım geçen yüzyıldan kalan yöntemlerdi ve bu bulaştırma deneylerinin işe yaramadığı artık biliniyor. Virologlar da bunu biliyor; sonuçta tüm yayınlar herkesin erişimine açık. Günümüzde viroloji tamamen laboratuvar çalışmalarına dayanıyor. Peki orada ne yapılıyor?


Örneğin hasta bir insandan ya da hasta bir hayvandan bir örnek alınır. Bu örnek, içinde pek çok farklı ek maddenin bulunduğu bir tüpe konur. Ardından, bir maymundan alınan doku — örneğin maymun böbrek hücre kültürü — bu karışıma eklenir.


Sonra bunun içine birçok başka kimyasal ve ek madde konur; örneğin antibiyotikler — hem de birden fazla tür antibiyotik — ve çeşitli diğer maddeler, sözde enzimler, mesela tripsin gibi… Yani pek çok ek bileşen kullanılır. Ardından virologlar bir etki gözlemler; buna “sitopatik etki” adını verirler.


Yani başlangıçta bu hücre kültürü gayet düzgün ve sağlıklı görünür, her şey düzgündür; ama bir süre sonra hücrelerde delikler oluşmaya başlar ve yapı bozulur, adeta parçalanır... Virologlar buna “sitopatik etki” der. Ve modern virologlar için bu, orada bir virüs bulunduğunun kanıtıdır.


Fakat şimdi şöyle bir durum var — ki bu bilimde son derece önemli bir noktadır: Her zaman bir kontrol deneyi yapmak zorundayız. Çünkü orada gözlemlediğimiz etkinin gerçekten virüsten mi, yoksa içine eklediğimiz bunca maddeden mi kaynaklandığını bilmiyoruz.


Belki de bu etki, hastadan alınan örnekte gerçekten bir virüs olduğu için oluşmuyor. Belki aynı şey, sağlıklı birinden alınan bir örneğe bu antibiyotikleri eklediğimizde de ortaya çıkıyor olabilir. İşte bu yüzden kontrol deneyi — yani negatif kontrol — yapılır.


Ve eğer bu kontrol deneyi aynı etkiyi göstermiyorsa — yani hücreler sağlıklı kalıyorsa — o zaman “Tamam, sağlıklı örnekle hasta örnek arasında gerçekten bir fark var.” denebilir ve araştırmaya bu yönde devam edilebilir.


Fakat işte kritik nokta burada ortaya çıkıyor: Bu kontrol deneyi yapıldığında, yani sağlıklı örnekler kullanıldığında da aynı sitopatik değişimler görülüyor. Hatta bir insandan örnek almama bile gerek yok; bir bitkiden ya da herhangi başka bir kaynaktan bir şey koysam bile aynı etki ortaya çıkıyor.


Antibiyotikler nedeniyle, sadece hücre kültürünün besinini kesmekle — ki virologlar “bunu” yapıyor — ve ortam koşullarını değiştirmekle bile aynı etkiyi gözlemliyorum. Üstelik bu etki, diğerinden ayırt edilemiyor. Bunu pek çok virolog kendi çalışmalarında açıkça yazıyor.


Bu durum, birbirinden ayırt edilemez — yani bunun viral bir etkiden mi yoksa başka bir şeyden mi kaynaklandığını anlayamazsınız. Bu da şu anlama geliyor: Kontrol deneyini yaptığımızda bu yöntem de “çürütülmüş” oluyor. Yani yalnızca bulaştırma deneyleri başarısız olmakla kalmıyor; virologların kullandığı bu aşama da kontrol edildiğinde “işlemiyor”.


İzleyiciler için bir bilgi... Çoğu virolog, bu kontrol deneyini hiç yapmıyor ve bu bilimsel sahteciliğe giriyor. Bu durum, mahkeme süreçlerinde öne sürülen temel argümanlarımızdan da biri. Robert Koch Enstitüsü ve dünya genelindeki diğer büyük viroloji enstitüleri de bu negatif kontrolü yapmadıklarını açıkça kabul ediyorlar.


SARS-CoV-2 için bunu bize açıkça doğruladılar; korona ve kızamık için de aynı şekilde, bu kontrolü yapmadıklarını yazılı olarak kabul ettiler. Bu bir komplo teorisi değil, bu bir gerçek.


Sonrasında — yani bu hücre kültürü deneylerinden sonra — yaptıkları son adım, üçüncü aşama ise bilgisayar üzerinde yürüttükleri sözde bir çalışma oluyor. Viral genom veya genom dizisini hesaplamaya çalışıyorlar, belki duymuşsunuzdur. Bütün bunları yapıyorlar çünkü orijinal deney aslında hiç çalışmıyor. Yani bu sahte şeylerin hepsini yapmak zorundalar, basitçe söylemek gerekirse.


Yani şöyle yapıyorlar: Hücre kültüründen alınan veriyi bilgisayara aktarıyorlar ve buradan bir genom dizisi oluşturmaya çalışıyorlar. Fakat bunu yaparken sadece sitopatik etki görülen, yani hastadan alınan örneği kullanıyorlar. Hiçbir zaman kontrol deneyini — ki zaten yapmıyorlar — yani sağlıklı örnekten elde edilen hücre kültürünü de aynı şekilde dizileyip karşılaştırmıyorlar.


Çünkü eğer bunu yapsalardı, o zaman tüm bu sözde virüsleri bilgisayarda aynı şekilde bulup hesaplayabilmeleri gerekirdi. Yani SARS-CoV-2, kızamık, HIV, Ebola, grip gibi sözde virüsleri... Bunların hepsini bilgisayarda tam olarak aynı şekilde modelleyip hesaplayabilmeleri gerekirdi; tek yapmaları gereken sağlıklı bir örneği de işleme almaktı.


Yani burada virolojiyi bir kez daha çürütmüş oluyorsunuz. Üç aşamanın hepsinde virologların yöntemleri geçersiz kalıyor. Üstelik bu, Robert Koch’tan, ABD’deki CDC’den, İngiltere Public Health Service’ten, Fransa’daki Pasteur Enstitüsü’ne kadar tüm büyük kurumlar tarafından da yazılı olarak doğrulanmış durumda. Yani tüm büyük aktörler bunu açıkça kabul ediyor.


Hepsi bunu çok net bir şekilde doğruladı: “Hayır, genom dizilemesinde negatif kontroller kullanmadık.” diye açık beyanları var. Ve bu durum, elbette mahkemede tam bir işkence hâline geliyor, öyle söyleyeyim. Çünkü Enfeksiyondan Korunma Yasası çok açık: Virolojide bilimsel çalışmak zorundasınız.


Bilimsel çalışmak ise Alman Araştırma Kurumu’nun bağlayıcı kurallarına göre — hukuken de zorunlu olarak — şu anlama gelir: Kontrol deneyleri yapılmalı ve kullanılan tüm yöntemler mutlaka kontrol edilmelidir. Bunu, bir öğrenci daha birinci döneminde öğrenir!... Her zaman “negatif kontroller” yapmanız gerekir ki deneyde veya laboratuvarda, herhangi bir etkinin bu sonuçları üretmediğinden emin olun!


Evet, biraz bilimsel ve mantıklı düşünen biri için aslında bu çok basit. Şimdi bunun ne anlama geldiğine dair çok çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Bir taşı cama fırlattığımda, camın kırılacağını kanıtlamak istiyorum.


Ya da tersinden bakalım: Bir tüyün bunu yapabildiğini kanıtlamak istiyorum. Evet, bir tüy. Şimdi bu tüyü cama fırlatıyorum... Evet, hiçbir şey olmuyor. Fakat deneyimde yalnızca tüyü kullanmıyorum; tüyü bir taşa bağlıyorum. Virolojiye uyarlarsak, bu taş hücre kültüründeki bütün o ek maddelerdir: antibiyotikler ve diğer hücre zehirleri. Elbette bu taş camın kırılmasına neden olur.


Oysa benim aslında bir de kontrol deneyi yapmam gerekir; yani taşı çıkartıp tüyü tek başına tekrar fırlatmam gerekir. Fakat virologlar işte tam da bunu yapmıyor... Bilimsel konularla çok içli dışlı olmayanlara da olayın ne kadar basit bir şekilde çürütülebileceğini göstermek için konuyu böyle bir örnekle tekrar anlatmak istedim…


Evet, virologlar negatif kontrolleri kullanmıyor; çeşitli sebeplerle bu deneyleri hiç yapmıyorlar. Onlara “Peki, neden yapmıyorsunuz?” diye sorduğunuzda; “Evet, aslında yapmamız gerekirdi, haklısınız. Ama mesela maliyeti çok yüksek olduğu için yapamadık ya da yeterli kapasitemiz yoktu. Ya da çalışmayı yayımladıktan sonra yaptık ve sonuçlar bizim söylediğimiz gibi çıktı.” gibi cevaplar veriyorlar.


Ya da mesela RKI şöyle yanıt veriyor: “Biz bu kontrolleri yapmıyoruz, çünkü onları zaten önceden yapmış oluyoruz.” Ben de sordum: “Nerede önceden? Belgelerini gönderin. Bu kontrolleri daha önce nerede yaptınız?”... Yine hiçbir yanıt gelmedi... Yani konudan kaçmak için çeşitli bahanelere başvuruyorlar.


Ancak en güçlü dayanağımız şu: Biz Next Level ekibi ve başka bazı isimler — Almanya’da Stefan Lanka adlı bir virolog ve artık ABD’de de benzer çalışmalar yürüten bazı projeler — bu kontrolleri gerçekten yaptık.


Biz bu kontrol deneylerini bizzat kendimiz yaptırdık — yani aslında virologların yapması gereken şeyi üstlendik. Bunu tamamen bağımsız araştırma laboratuvarlarında, ücretli deney hizmeti veren laboratuvarlarda gerçekleştirdik. Onlara açıkça ne yapmaları gerektiğini söyledik: “Şu şu hücre kültürlerini kullanın, şu antibiyotikleri ekleyin, şu adımları uygulayın.” Ve her defasında, bizim söylediğimizle tamamen aynı sonuç ortaya çıktı.


Mahkemeler için yaptırılanlar da dahil olmak üzere, tüm negatif kontroller aynı şeyi doğruluyor: Bu etki, tamamen sağlıklı dokular kullanıldığında da ortaya çıkıyor; hatta yalnızca biraz maya eklendiğinde ya da hiçbir şey eklenmediğinde bile sonuç değişmiyor. Ve bu da nihayetinde virolojinin bilimsel olarak çürütüldüğü anlamına geliyor.


Röportajcı: Sen sürekli “açıkça doğrulandı” diyorsun. Bu, herkesçe doğrulanabilir anlamına mı geliyor? Yani şu anda izleyenler, söylediklerinin belgelerine nereden ulaşabilir?


Marvin Haberland: Son başvurularda, özellikle de en güncel olanlarda, tüm bunları “Frag den Staat” üzerinden yaptım. Bu, kamu kurumlarına bilgi edinme başvurularını oldukça kolay şekilde iletebildiğiniz bir platform. Hepsi kamuya açık olarak yayımlanmış durumda. Bunları bizim Telegram kanalında bulabilirsiniz.


Basitçe arama bölümünü kullanıp IFG, IFG-Bescheid, yani Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası, ya da İngilizce FOIA (Freedom of Information Act) gibi terimleri aratırsanız, hepsini bizim internet sitemizde de bulabilirsiniz. Tüm bunlar yayımlanmış durumda ve “Frag den Staat” üzerinden de bağlantıları mevcut, yani tamamen kamuya açık şekilde erişilebilir.

Doğrudan RKI’nin resmî hesabından gelen yanıt... Evet, bunları orada bulabilirsiniz.

ree

PCR Testleri, Elektron Mikroskobu ve “Görüntü” Yanılgısı

Röportajcı: Bu korona politikaları, sözde pandemi ve bütün o süreç aslında koskoca bir aldatmacaydı. Peki o zaman şu soru ortaya çıkıyor: Bu PCR testleri gerçekte neyi göstermişti?


Peki… Sen az önce galiba testin mucidinden de kısaca bahsettin. O hâlde şunu sorayım: Bu testlerin pozitif ya da negatif çıkmasının sebebi neydi? Bunların gerçekten bir anlamı var mıydı? Ne ölçüde bir rol oynuyordu? Ve en önemlisi, madem öyle, insanlar neden kendilerini bu kadar kötü hissediyordu? Sebep neydi ki?


Marvin Haberland: Öncelikle konuya tekrar dönersek… PCR testinin mucidi Kary Mullis, daha o zamanlardan beri, bu yöntemin aslında bir hastalığı ya da virüsü teşhis etmek için uygun olmadığını söylüyordu. Bu çalışmasıyla Kimya Nobel Ödülü aldı. PCR yöntemini de zaten hastalık teşhisi için değil, genetik materyali çoğaltmak amacıyla geliştirmişti.


Bu yöntemin asıl amacı buydu. Fakat daha sonra, diyelim ki bir noktadan sonra, virüsleri ya da başka molekülleri herhangi bir örnek içinde aramak için kullanılmaya başlandı. Oysa test bunun için tasarlanmamıştı ve buna uygun da değildi. Kary Mullis bunu defalarca kendi röportajlarında bizzat söylüyor; hepsinde görebilirsiniz.


Şunu bilmek çok önemli: Tüm bu konularda — kalorilerde olduğu gibi — aslında tamamen düşünsel modellerden oluşan varsayımsal bir alanda hareket ediyoruz. Modern bilimlerin büyük bir kısmı da böyle bir düşünsel, varsayımsal çerçevede işliyor.


Peki bu neden böyle? Çünkü bunları duyularımızla deneyimleme şansımız yok. Göremiyoruz. Bu şeyleri doğrudan gözlemleyebileceğimiz bir imkânımız da yok. Mevcut en iyi optik mikroskoplarla bile bunları görmeniz ya da gözlemlemeniz mümkün değil. Yani bu alanlarda çalışan her bilim insanı, kaçınılmaz olarak “dolaylı gözlemler”e dayanmak zorundadır.


Yani bilim insanı, ona belirli sinyaller verecek bir makine ya da bir model oluşturmak zorundadır — virologlardaki elektron mikroskobu gibi, ya da ışık kırılmasıyla çalışan ya da elektriksel sinyalleri kullanan başka yöntemler gibi.


Yani elde edilen elektriksel sinyallerin ve verilerin her zaman belirli bir şekilde yorumlanması gerekir; doğrudan gözlem, neredeyse hiç gerçekleşmez. Bu da bu tür konulardaki ilk sorunlu noktadır.


İkinci nokta ise şu: Var olduğunu iddia ettiğimiz şeyi — yani bir virüsü — eğer bugüne kadar hiç bulmamış veya izole etmemişsek; onu hücre kültüründeki diğer tüm hücre kalıntılarından ya da başka herhangi bir maddeden tamamen arındırılmış hâliyle elde etmemişsek, o zaman kullandığımız testin işe yarayıp yaramadığını nasıl doğrulayabiliriz ki?


Bir testin işe yarayıp yaramadığını ancak kesin olarak şunu bildiğimde anlayabilirim: “Bu örnekte virüs var, şunda ise yok.” Fakat virüsü — yani etkeni — tamamen izole edemiyorsam (ki virologlar bile bunun mümkün olmadığını söylüyor), o zaman testi yalnızca o etkeni ölçebilecek şekilde ayarlamam da doğal olarak mümkün olmaz.

Evet... bu, ikinci bir sorun.


PCR testleriyle ilgili üçüncü bir sorun daha var: Bu testler son derece hassas. Sonuçlar büyük ölçüde laboratuvara, kullanılan yöntemlere, kimyasallara, sıcaklık döngülerine, cihazlara, çalışanlara, hatta günün saatine ve ortamın nemine kadar inanılmaz sayıda değişkene bağlı olarak değişebiliyor.


Bu konuda yapılmış pek çok çalışma da var: Aynı örnek 20 farklı laboratuvara gönderiliyor ya da aynı laboratuvarda üç–dört hafta boyunca her gün 20 örnek test ediliyor ve PCR testlerinin sonuçlarının sürekli değiştiği görülüyor; bazen pozitif, bazen negatif, bazen eşik değerinin üzerinde, bazen de altında...


Yani bilimsel olarak incelendiğinde bunun tamamen keyfî olduğunu görürsünüz. Bu, bilimsel yöntemin çok temel bir ilkesidir: Sonuçların yeniden üretilebilir olması gerekir. Ancak burada böyle bir imkân yok; çünkü sonuçlar sürekli değişiyor, dalgalanıyor. Bu yüzden de yeniden üretilebilir değiller.


Bir de üzerine bu sayacaklarım ekleniyor. Yani biz bunu gözlemleyemiyoruz, göremiyoruz. Sonuçlar yeniden üretilebilir değil. Testleri doğrulayamıyor ya da kalibre edemiyoruz, çünkü ortada izole edilmiş bir virüs yok.


Yani sorun o kadar fazla ki, bu yöntemle çalışmak mümkün değil. Ve nihayetinde asıl eleştiri de bu. Birçok izleyici muhtemelen şöyle düşünüyor: “Marvin ne anlatıyor? Elektron mikroskobunda görüntüler var, virüsleri orada görüyoruz işte!” Ama işte tam da burada asıl mesele ortaya çıkıyor.


Elektron mikroskobunu sağlıklı bir örnekle kullandığınızda — ki virologlar bunu yapmıyor — ama bunu yaptığınızda, yani sağlıklı örneği alıp aynı şekilde işleyip mikroskoba verdiğinizde, tamamen aynı yapıların göründüğünü fark edersiniz.


Yani bu sözde “viral yapılar” sadece hasta örneklerde ortaya çıkan, onlara özgü şeyler değildir; hücre kültürünü strese soktuğunuz her durumda görünürler. Yani, virologların laboratuvarda her zaman yaptığı gibi.


Buna ek olarak: Elektron mikroskobu başlı başına, hücreler için büyük bir stres kaynağıdır. Çünkü bu, optik mikroskop gibi sadece “bir” örneğe bakılan bir cihaz değildir. Örneği mikroskopa koyabilmek için önce onu oldukça değiştirmeniz gerekir. Bu da, elektrik akımlarıyla yapılır; bu nedenle örneğin iletken hâle getirilmesi gerekir.


Bunun için, örnekteki tüm suyun uzaklaştırılması gerekir. Örnek tamamen vakuma alınır ve içindeki su buharlaştırılır. Ardından elektrik akımını iletebilmesi için üzerine metal kaplama yapılır ve benzeri işlemler uygulanır. Yani örnek üzerinde çok fazla işlem yapılıyor.


“Peki bu görüntüler ne?” diye soranlara söyleyeyim: Bunlar her zaman elde edilebilir. Ama virüslerle hiçbir ilgileri yoktur.


Spike Proteinleri ve mRNA Aşıları Tartışması

Şimdi de şu “spike” denilen yapılara gelelim. Bunlar virüs modellerinde, virüsün bir yere tutunmasını, hücre reseptörleriyle ya da RNA, DNA gibi yapılarla etkileşim kurmasını sağlayan dikenimsi çıkıntılar olarak gösteriliyor.


Dikkat, bu da sadece bir düşünsel modeldir. Gerçekte bunu hiç kimse optik olarak görmüş değildir; sadece elektron mikroskobunda görülür — ki orada da hem hasta hem sağlıklı örneklerde aynı şekilde ortaya çıkar. Dolayısıyla bunu belirli bir hastalıkla ilişkilendirmek mümkün değildir. Ayrıca bu yapıları ayrıntılı şekilde gözlemlemek de zaten mümkün olmaz.


Bu tamamen ortaya atılan bir fikirden ibaret. Yani bu çıkıntılara sahip parçacıkların var olduğu, bu çıkıntıların belli kodlamalar taşıdığı ya da bir tür iletişim veya etkileşim için kullanıldığı şeklindeki düşünce… Bunların hepsi sadece bir fikir, bir tasarım, bir zihinsel model. Bunu anlamak gerçekten çok önemli.


Tabii bu düşünce modeli yine de doğru olabilir; ancak şu şekilde kanıtlanabilirse anlam taşır: Örneğin, bir kişiye mRNA denilen bu aşı uygulanır ve onun daha sonra bir başkasına bir şey bulaştırıp bulaştıramadığına bakılır.


Çünkü insan hangi maddeyle aşılanırsa aşı­lansın, vücut o maddeyi eninde sonunda çeşitli yollarla dışarı atar. Tabii her zaman tamamen değil ama genel olarak vücut, farklı maddeleri farklı hızlarda dışarı atar. Bunun çeşitli örnekleri var. Mesela dövme mürekkebi enjekte edildiği yerde çok uzun süre kalır; hyaluronik asit, botoks gibi maddeler de dokuda nispeten uzun süre kalır. Bu tabii ki onları tam olarak nereye enjekte ettiğinize de bağlıdır.


Ama bunun yanında, vücudun oldukça hızlı bir şekilde parçalayıp uzaklaştırdığı başka maddeler de vardır; yani dokuda uzun süre kalmayanlar.


Ve bu aslında bir deneyle test edilebilir… İki grup alırsınız: Birine aşı yapılır, diğerine yapılmaz, sonra da birbirlerine bir şey bulaştırıp bulaştırmadıklarına bakarsınız.


Öncelikle şunu göstermek gerekir: Aşı yapılan grubun, yapılmayan gruba kıyasla daha fazla semptom gösterip göstermediğini. Genelde durum böyledir. Aşı çalışmalarında da bunu görürsünüz: Aşı yapılanlarda ateşin yükselmesi, sıcaklık artışları ya da başka bazı belirtiler daha sık ortaya çıkar. Çünkü sonuçta vücut toksik bir yüklenmeye maruz kalmış olur, değil mi?


Bu işin bir yönü... Bir diğer nokta ise şu: Aşılanma fikrinin kendisi bile birçok insanda rahatsız edici ya da travmatik bir deneyim olarak algılanabilir. Bu durumda devreye placebo etkisi dediğimiz etki de girebilir.


Bunların hepsinin aslında test edilmesi gerekir. Ama izleyicileri bu noktada rahatlatabilirim. Bizim açımızdan konuşursak: Next Level olarak son yıllarda bu konuyla ilgili tüm çalışmaları, yayınları ve iddiaları gözden geçirdik ve bu alanda gelen pek çok soruyu da yanıtladık.


“Shedding” denilen şeyle ilgili — yani aşılanan kişinin, aşıyla aldığı maddeleri çevresine yayarak başkalarını etkilediğine dair — herhangi bir kanıt göremiyoruz.


Nasıl ki virüslerde bulaşma fikrini reddediyorsak, aynı şekilde spike proteinleri ya da diğer varsayımsal modellerle ilgili bir bulaşma olduğuna dair de yeterli kanıt görmüyoruz.


Bu işin bir yönü. Diğer yönü ise şu: Spike proteininin sözde mRNA aracılığıyla vücudu, DNA’yı ya da hücre yapılarını değiştirdiği şeklindeki tüm süreci de reddediyoruz. Çünkü burada da tamamen zihinsel modellere dayanılıyor ve bunu destekleyen herhangi bir deneysel kanıt yok.


Bir kişinin mRNA aşısı olduktan sonra uzun bir süre boyunca bu maddeyi çok fazla ürettiğine dair, örneğin, hiçbir kanıt yok. Oysa öne sürülen teori bu: Yani bedenin kendi kendine sürekli spike üretmeye devam ettiği iddia ediliyor.


Gerçekte böyle bir şey görmüyoruz. Enjekte edilen başlangıç dozunu tespit edebiliyoruz; bu miktar vücutta ve kanda ölçülebilir. Ama vücudun bu maddeyi durmadan yeniden ürettiği gibi bir durum söz konusu değil. Bu madde bir süre sonra zaten parçalanıyor ve kayboluyor. Dolayısıyla iddia edildiği gibi sürekli üretimi bu şekilde göstermek veya kanıtlamak mümkün değil.


Yani, burada da genetikle ilgili bu fikir ve varsayım, bizim tarafımızdan zaten büyük ölçüde çürütülmüştür.


Bu durum babalık testleri ve benzeri konulara, hatta DNA analizlerine de uzanıyor. Bu da kanalımızda büyük bir konu ve bunların hepsi bilimsel olarak çürütülebilir.


Mikrop Teorisine Karşı Ortam Teorisi Yaklaşımı

Bu konu alanı “mikrop teorisi” olarak adlandırılır; üst kavram budur. Tarihsel olarak bakıldığında da virolojiden önce gelir. İlk olarak mikrop teorisi ortaya çıktı; Robert Koch gibi isimler bu alanda çalışıyordu. Onlar, virüslerin aksine gerçekten görülebilen bakterilerle uğraşıyorlardı. Bakteriler gerçektir, gerçekten vardır; aynı şekilde parazitler, kurtlar ve diğer mikroorganizmalar da gerçektir.


Ve burada Next Level’ın eleştirisi yine bulaşma deneylerine yöneliyor. Yani, örneğin patojen olarak tanımlanan bir bakteriyel kültürü — mesela salmonella, E. coli veya patojen olduğu iddia edilen diğer etkenleri — içtiğimizde ya da yediğimizde, deneyde hiçbir şey olmuyor.


Yani kontrollü deneylerde işe yaramıyor. Bu da şu anlama geliyor: Sağlıklı insanları bununla hasta edemiyoruz. Bu, deneylerde asla işe yaramıyor! Zaten hiçbir zaman da işe yaramadı. Yani burada da görüyoruz ki, evet, bunlar gerçektir, gerçekten vardır. Ama bu deneyler yine de işlemiyor.


Dolayısıyla, en azından bunların doğaları gereği genel olarak tehlikeli olduğu yönündeki hipotezden aslında oldukça hızlı bir şekilde vazgeçmemiz gerekir. Elbette burada hesaba katılmayan başka değişkenler olabilir, fakat temel olarak şunu söyleyebiliriz:


“Mikropların” — ki aslında mikrop kelimesi olumsuz bir çağrışım taşır, ben buna daha çok mikroorganizmalar derdim — tamamen zararsız olduğu; aksine, bizimle işbirliği yapan, ihtiyaç duyduğumuz, vücutta görevler üstlenen ve onlarsız fizyolojik işleyişin mümkün olmayacağı küçük birimler oldukları gerçeği.


Bu aynı zamanda İngilizcede “terrain theory” olarak bilinen — yani “ortam teorisi” — yaklaşımından da gelir. Biz aslında şunu söylüyoruz: Vücuttaki belirtilere baktığımızda hep şöyle denir — bakterilerin sebep olduğu iddia edilir.


Çünkü örneğin açık bir yaram olduğunda ya da bir iltihap veya herhangi bir hastalık söz konusu olduğunda, aynı anda o bölgede çok sayıda mikroorganizmanın faaliyette olduğu gözlemlenir. Bu ise sadece bir birlikte görülmedir.


Birlikte ortaya çıkıyor olmaları, bunun otomatik olarak “sebep” olduğunu kanıtlamaz. Çünkü dediğim gibi, deneyde sağlıklı bir insanı bununla hasta edemem. Sadece hastalarda belirli bir aktivitenin ortaya çıktığını görürüm.


Ama bu, itfaiyecilerle yanan ev örneğine benzer: Bir ev yandığında her zaman itfaiyeciler de oradadır; fakat bu, itfaiyecinin yangını çıkardığı anlamına gelmez.


Evet, bu sadece aynı anda ortaya çıkan bir durum. Çünkü deneylerde sağlıklı insanları bununla hasta edemediğimizi açıkça kanıtlayabiliyoruz. Dolayısıyla bunun yalnızca bir eşzamanlılık olduğunu yüzde yüz biliyoruz.


Dolayısıyla mikroorganizmaların orada bulunmasının başka bir nedeni olmalı. Elbette, onlar zaten her zaman oradadır, bu açık. Ancak hastalık ya da bazı koşullar oluştuğunda, o bölgede daha yoğun görülürler.


Bu da şu anlama geliyor: Görünüşe göre vücut bu küçük çalışanları, yani bu mikroorganizmaları, toksisiteyi nötralize etmek, bir yükü azaltmak, ölü dokuyu daha hızlı sindirip ortadan kaldırmak ve benzeri işler için yardımcı olarak kullanıyor olabilir… Bunların hepsi şimdilik birtakım varsayımlar elbette.


Ve bütün bunlar, mikrop teorisinin ve modern tıbbın ileri sürdüklerinden çok daha mantıklı açıklama modelleridir. Ayrıca sen sormuştun: “Kurtlar, mikroplar, parazitler vs. gerçekten var mı?” diye... Evet tabii ki, kesinlikle gerçektir!


Ama dediğim gibi, onlar belirli durumlarda, vücudun onlara ihtiyaç duyduğu zaman ortaya çıkar. Zaten her zaman içimizdedirler; dışarıdan gelip içimize girmezler, aksine vücut onları adeta kendi içinden ortaya çıkarır. Parazitler, kurtlar, bakteriler hepsi vücudumuzda hazır beklerler.


Evet, onların dışarıdan gelip içimize girmesi gerekmiyor. Dediğim gibi, bu deneylerde de işlemiyor. Birini dışarıdan kurtlarla ya da parazitlerle enfekte etmek mümkün değildir. Böyle bir durumda kişi bu parazitleri veya kurtları vücudunda asla tutamazdı; onlar her seferinde yok olup giderdi.


Öncelikle, midede asit tarafından hemen yok edilirler; midenden çıktıklarında artık canlı değildirler. Dolayısıyla dışkıda görünmeleri de mümkün olmaz. Dışkıda sadece, vücutta altta yatan bir sorun, bir dengesizlik ya da belirli bir durum olduğunda görülürler.


Bu, her hâlükârda şu anki teorimizdir. Ve elbette ideolojik davranıp bunun kesin ve tam gerçek olduğunu iddia etmiyoruz, tamam mı?...


Eğer bir gün farklı bir bağlantıyı ortaya koyan bulgular, çalışmalar ya da deneyler ortaya çıkarsa, bunu ilk kabul edecek olan da biz oluruz. Önce çalışmanın gerçekten sağlam olup olmadığına bakar ve öyleyse de elbette teorimizi buna göre genişletiriz.


Ancak bugün sahip olduğumuz bilgilere göre, bu mikroorganizmalar tamamen zararsızdır; onlardan hiçbir tehlike gelmez.

 

Kaynaklar :


Yorumlar


● “Uyuyan milletler ya ölür ya da köle olarak uyanır” - Nutuk (Atatürk)

 

● Önce seni görmezden gelirler, Sonra sana gülerler, Sonra sana saldırır ve seni yakmak isterler. Sonra da anıtını dikerler. (Nicholas Klein)

● Alay etmek baskı gibidir. Uygar bir ülkede bir hareket, alay edilerek yok edilemediğinde yavaş yavaş saygı görmeye başlar (Mahatma Gandhi)

● Ülkenin senin için ne yapabileceğini değil, senin ülken için ne yapabileceğini sor (J.F.Kennedy)

bottom of page